pınar özel'den kıskandım ben de bir 2013 listesi yapmaya karar verdim.
pınar, evinde eşyaların yerini değiştirmeyi bir süredir düşünüyormuş. O kadar ki bu küçük değişiklikler için 2013 ün ilk 6 ayına termin koymuş. Ben de külliyen evi değiştirmeyi uygun gördüm bunun karşısında. 2013'te taşınacağım o kadar! Yani düşündüm taşındım(!)
Bende de oje ile ilgili aynı durum var, hep nar çiçeği oje sürdürüyorum. Bunu ne 2013 ne 14 -15... değiştirmemeye karar verdim. Bir keresinde farklı bir renk sürdürmüştüm. Aradan 1 saat geçmeden koşa koşa kuaföre gidip değiştirttiğimi, nar çiçeğine döndüğümü ve yüzümdeki allak bullak ifadeden anca kurtulduğumu biliyorum. Zorlamaya gerek yok!
Bir hastalığım var, o da kelimelerin temeline inip anlamını çıkarmak. Mesela ayaz. "a" olumsuzluk ön eki. "yaz" da bildiğimiz mevsim olan yaz. "a" ön eki direk onun tersi yaptırıyor. yaz ne kadar sıcaksa ayaz da o kadar soğuk oluyor. Bu şekilde kelimelerin mantığını oturttuğumda rahatlıyorum. Tesadüf olmadığını düşünüyorum dilimizin mantığına olan güvenim artıyor.
Ama bazen de oturmuyor. Özellikle yabancı dillerden aldığımız devşirdiğimiz kelimelerde. Mesela bisiklet! "bi" de olumsuzluk ön eki. "siklet" de boksta sporcuları fiziksel özelliklerine göre ayırıp adil müsabakalar olmasını sağlayan yol (di mi?). Şimdi bu durumda sikletsiz gibi bir anlam çıkıyor yani o kadar ki tüy siklet bile değil!
Yani bu yöntem yabancı kelimelerden dönüşümde çalışmıyor. Bunu açıklıyorum çünkü oynamak isterseniz sadece bizim kelimelerle takılın.
Bu bende çocukluktan kalma. Kelimenin kendisi olmadığını anlamam ilkokul 1. sınıfa dayanıyor. Öğretmen bir gün "veli" nizi getirin dedi ve benim dünyam karardı!!! bizim evde veli yok ki!? o zaman Uşak'ta yaşıyoruz. Tanıdığım 2 Veli var ve ikisi de İstanbul'da. Ayıp olmaz mı şimdi öğretmenim istiyor diye Veli'leri İstanbul'dan Uşak' a getirtmek? Ayrıca sınıfta herkes rahattı, yani herkesin evinde bir "veli" varsa bizim ev çok zavallı olmalıydı. Sonra 4 kız kardeşiz diye üzülmüştüm. Belki birimiz erkek olsaydı "veli" olabilirdi deeeee, öğretmenin niye "veli" diye takıntı yapmıştı ki?
pınar'ın mustafa'sı benim öğretmenin "veli" si durumu yani :))))
Çok sonra öğrendim "veli" kimdir, kime denir? Sonra böyle kelimeleri mıncıklamaya başladım. 2013 te de bunu tam gaz sürdüreceğim. Anlamadığınız kelime olursa lütfen sorun, çözeriz!
2013 te, 21 aralık 2012 de kopmayan kıyametin şiirini yazmayı düşünüyorum. Şirince'de çanak çömlek patladı mantığında:)
En son 4 senedir yarım bekleyen 5 masalı, 2 uzun anlatıyı tamamlamaya çalışacağım. Bende başlama saplantısı var. Başlıyorum ama bir türlü bitemiyor. Onlar orada dururken yenilerine başlanıyor, sonra onlar da yarım kalan word dosyaları olarak duruyor klasörde. 2013 de onları bir bitireyim.
amin...
serpseri
27 Aralık 2012 Perşembe
8 Ağustos 2012 Çarşamba
çember -giriş- 1
Nereden başlar kimse bilmez! O yüzden ben bildiğim yerden başlayacağım yani insan olmaktan…
Derler ya sen babanın portakal suyunda vitamindin diye. De ki ben portakal suyundaki vitamindim gerçekten de…
Önce nasıl portakal oldu? O da bir insandı en başta, ondan da önce bir kuş, ondan da önce bir solucan, ondan da önce bir basit leşti… Bir insan ölür, gömülür,solucan olur. Solucan toprağın üstüne çıkar böcek olur, böcek çok gezemez kuş olur, kuş kedi olur, kedi, köpek, köpek antilop, antilop aslan, aslan timsah, timsah deri, deri ayakkabı, ayakkabı ayak, ayak fetishist, fetishist meni, meni doğamayan ben.
Yok bu yine benim yolculuğum değil…
Nereden başlar kimse bilmez.
Bilinen ilk andan başlayalım yani big bang! Daha öncesi vardır mutlaka ama bulunamadı.
Sonsuza gidiş varsa gelişi de mutlaka sonsuzdan olmak zorunda. İnsan beyni kapasite olarak bunu anlayacak güçte değil.
Big bang ile başladı dersek genleşme uzay bir alan üzerinde şu anda büyümeye devam ediyor. Yıldızlar birbirinden uzaklaşıyor. Bu uzaklaşma mutlaka bir yerde duracak ve ters hareket yani küçülme hareketi başlayacak deniyor. Buna yine katılmıyorum. Daha doğrusu sorusal yaklaşıyorum ya daralmazsa??? Işte o zaman manyetik alanlar vs hepsi değişecek. Tüm normaller değişecek…
Sonsuzluğun olması için insana gerek yok. Önce bunu bir anlayalım. Sonsuzluk biz anlamasak da var. Başı yok, sonu yok!
Insanların sonsuzu anlamadıkları şuradan belli: sonsuza kadar! Bu iki kelime yanyana aşırı yanlış. Birşey sonsuzsa kadar olmaz. Kadar olması için bir sınırı olmalı. Sonsuzun sınırı yok. Işte insan beyni yine sınırlı yine hatasını doğru zannediyor.
Big bang - portakal suyu - sonsuzluk arasında geçiyor hikaye. Pek çok inanışı doğruluyor ve yine aynı inanışları yanlışlıyor.
Sadece ben değil hepimiz… Neden ölüyoruz, neden öyle olmak zorunda? Sonra gördüm ki herkes ölümü kabul etmiş ama bir hesapla öbür dünyada sonsuz hayat var ve orası kusursuz olacak. Hatta kötüler cehenneme tecrit edileceği için sadece iyiler ve inançlı olanlar birarada sonsuzluğu yaşayacaklar.
Merak ettiğim ilk konu bu: burada sonsuzu reddederken, neden ordakini bayıla ayıla kabul ediyorsunuz? Orada sıkılmayacak mısınız? Sonsuz hayat ile ilgili söylenenler orda geçerli değil mi? biz insansak orda da doğamız aynı olmayacak mı? Bazen kendime herkes aptal bir sen mi akıllısın diyorum. Ama düşünmeye başlayınca çoğunluğun sadece rahatlamak için oyunlar oynadığını görüyorum. O kadar inanç hepsi diğer tarafta sonsuz mutlu yaşam için. Ama hepsi birbirinin yanlış olduğunu söylüyor.
Hangi grup sonsuz mutluluğu ele geçirecek merakla bekliyorum!!!
Oysa öyle değil! Big bang - portakal suyu - sonsuzluk. Hepimizin bilinen aralığı daha doğrusu kapasitemizle algılayabildiğimiz kadarı…
Bigbang de ben neredeydim? Bir enerjiyim diyelim o sırada, nelerden nelere dönüşeceği belli olmayan;
ya big bang in öncesi???
( devamı olacak...)
28 Şubat 2012 Salı
hiç farkı yok :)
bu ortaçağ avrupası filmlerini seyredince şaşırıyoruz ya, hani kadınlar elleri kolları bağlı bekliyorlar falan diye, modern insanlar olarak.
ellerinde bir el işi zaman öldürüyorlar, haber bekliyorlar, piyano çalıp şarkı söylülüyorlar toplantılarda ilgi çekmek için, o ilgiyi çekince de bir iki akıllı laf söyleyip göz süzüyorlar, biraz kaçma kovalama yaşanıyor, adam hatuna kapılıyormuş gibi oluyor, sonra adamı yüceltiyorlar da yüceltiyorlar... buna da mutlu son deniyor:))
hiç şaşırmayalım.
36 yaşına gelmiş, az - çok deneyimler yaşamış biri olarak soruyorum: ne farkımız var?
mesela, inceden bir hikaye başlıyor diyelim, ilk verilen öğütler:
1)aman yavaş, ağırdan al, hemen cumburlop dalma olaya
2)ilk hareketi kesinlikle sen yapma, mümkünse bir süre bekle, o daha da üstüne gelsin
3)sakın ola ki özledim, bilmem ne ettim gibi şeyler söylemek yok. o söylerse de sanki zamanın geçip geçmediğinin farkında değilmişsin, çok kafan dağınıkmış, yani onu pek düşünmemişsin gibi yap
4)her dediğini alttan al, onaylar görün
5)ondan üstün olsan da ona ihtiyacın varmış gibi yap
6)bilgisini göstereceği sohbetlerle gururunu okşa
7)yetersiz olduğun konularda seni eğitmesine izin ver
8)bir şey sorduğu zaman verecek akıllı ve hafif esprili cevabın mutlaka olsun, öyle ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalma
9)o çok açık görüşlü görünse (olsa) bile, sen, çok ailevi görün
10)göster ama verme (en önemlisi bu ve en maharet isteyeni:))
ne farkımız var? bir tek piyano ve şarkı noktasında sapıyor mevzu :)
her ne kadar zaman geçse, yaşadığımız dünya modernleşse bile, insan makinesi hep aynı kalıyor, onda update yok, hep aynı kafa, aynı genetik kodlar, aynı roller, aynı beklentiler, aynı akış. aslında şöyle de diyebiliriz: yarattığımız dünyanın en ilkelleriyiz.
kısacası: hanımlar, zaman sizi yanıltmasın; herşeyin daha kolay ulaşılabilir olması, kolay ulaşmak gerektiği anlamına gelmez.
öğüdüm de şudur: bir an önce piyano ve şarkı konusunda kendimizi geliştirelim, tabi bir de el işi :)
ellerinde bir el işi zaman öldürüyorlar, haber bekliyorlar, piyano çalıp şarkı söylülüyorlar toplantılarda ilgi çekmek için, o ilgiyi çekince de bir iki akıllı laf söyleyip göz süzüyorlar, biraz kaçma kovalama yaşanıyor, adam hatuna kapılıyormuş gibi oluyor, sonra adamı yüceltiyorlar da yüceltiyorlar... buna da mutlu son deniyor:))
hiç şaşırmayalım.
36 yaşına gelmiş, az - çok deneyimler yaşamış biri olarak soruyorum: ne farkımız var?
mesela, inceden bir hikaye başlıyor diyelim, ilk verilen öğütler:
1)aman yavaş, ağırdan al, hemen cumburlop dalma olaya
2)ilk hareketi kesinlikle sen yapma, mümkünse bir süre bekle, o daha da üstüne gelsin
3)sakın ola ki özledim, bilmem ne ettim gibi şeyler söylemek yok. o söylerse de sanki zamanın geçip geçmediğinin farkında değilmişsin, çok kafan dağınıkmış, yani onu pek düşünmemişsin gibi yap
4)her dediğini alttan al, onaylar görün
5)ondan üstün olsan da ona ihtiyacın varmış gibi yap
6)bilgisini göstereceği sohbetlerle gururunu okşa
7)yetersiz olduğun konularda seni eğitmesine izin ver
8)bir şey sorduğu zaman verecek akıllı ve hafif esprili cevabın mutlaka olsun, öyle ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalma
9)o çok açık görüşlü görünse (olsa) bile, sen, çok ailevi görün
10)göster ama verme (en önemlisi bu ve en maharet isteyeni:))
ne farkımız var? bir tek piyano ve şarkı noktasında sapıyor mevzu :)
her ne kadar zaman geçse, yaşadığımız dünya modernleşse bile, insan makinesi hep aynı kalıyor, onda update yok, hep aynı kafa, aynı genetik kodlar, aynı roller, aynı beklentiler, aynı akış. aslında şöyle de diyebiliriz: yarattığımız dünyanın en ilkelleriyiz.
kısacası: hanımlar, zaman sizi yanıltmasın; herşeyin daha kolay ulaşılabilir olması, kolay ulaşmak gerektiği anlamına gelmez.
öğüdüm de şudur: bir an önce piyano ve şarkı konusunda kendimizi geliştirelim, tabi bir de el işi :)
2 Şubat 2012 Perşembe
olmasa mesela?
bazı şeylerin geçmesini hiç istemiyorum.
mesela bir yara, dursa hep yani birşeyi hatırlatıyorsa gülümseten.
unutmak istemediğim şeyler var,
ne var unutulmasa herşey!
illa düşünmek gerekmese
düşünülse de detaylar kaybolmasa
hisleri eskimese...
ne yazık ki,
unutarak yaşıyoruz. yanımızda tuttuklarımızı hatırlayacak yere anca sahip akılcıklarımız.
ama mesela unutmasak yani yanımıza kar kalanları? kar kalanlarla dolu bir beynimiz olsa o zaman daha olumlu olmaz mı düşüncelerimiz?
bilmiyorum, unutacağım diye korktuğum çok şey var içimde ve maalesef unutacağım er-geç. kalıntıları bir ben yaparsa, sonunda ben oldum diyeceğim ama hafızalar kötüleri tutup onlardan ders almaya programlı o da "ben"i eksik kılar, hem de çok!
sonuç olarak hep eksiğiz...
bence tek mutsuzluğumuz esas unutulmaması gerekenlerin unutulması olmalı...
18 Ocak 2012 Çarşamba
kum tanesi ya da çakıl taşı olmak
söz ağızdan çıkar ve karşıdakinin bünyesine geçer. o kişinin o lafı istediği yerinden anlama özgürlüğü olduğunu sakın unutmayalım. yani ne kadar diline ve kurallarına hakim olursan ol, ne kadar net ifade ettiğini düşünürsen düşün, karşıdaki sana ummadığın bir cevap verip "haydaaaaa nerden çıktı şimdi bu" şaşkınlığı yaratabilir.
hele hele artık iletişimin suyunu çıkardığımız, sığ olmayı tercih ettiğimiz bu günlerde.
ev telefonu, cep telefonu, msn, facebook, twitter, mail, mesaj, daha benim bilmediğim ama sürekli duyduğum yeni yeni isimlerle çıkan mesaj, vs iletişim şekilleri.
çok sevdiğim bir söz var, bir reklamcı söylemiş (ismini hatırlayamıyorum şu an): "insanlar fazla iletişimden kum tanelerine döndü, birbirinden farkı kalmayan."
ne kadar doğru! hepimiz bir çakıl taşı bile olsak bir rengimiz, bir formumuz, kendince bir ağırlığımız var. ama bu iletişimin fazlalığı ve bu yoğunluktan doğan kolaycılık, kimsenin merak edilecek birşeyi olmadığı, bu olmazsa "amaaan boşver, daha bir sürü var" vurdumduymazlığı ve en kötüsü de öyle algınlamanın ya da algılanmanın kimseye dokunmamasını körüklüyor! kimsenin de çıkıp "bir dur kardeşim ben senin o bildiğin kumlardan değilim" dememesi çok feci!
bu kolaycılık, iletişimde ciddi boşvermişlikten gelen sürekli huzursuz bireylere yol açıyor bence ve toplumlar manik depresifleşiyorlar. yeni birşey başlarmış gibi olduğunda bir kaç gün enerjik mutlu ve o balon patlayıverdiğinde bir kaç gün mutsuz, yılgın. ama değişiklik yok, çünkü özünde kimse kendini geliştirmek, kendinden birşeyler vermek istemiyor. ama tek tek bunların dışında bireyleri tanıdığında aslında öyle de biri olmadığını görüyorsun ve bunu da anlayabilmek mümkün değil!
neden bu yolu tercih eder kişi? çok insan sana birşey katmadıktan sonra, sen de bir şey katmıyorsan kuru kalabalık olmaz mı, hepsini unutursun ve de unutulursun, bu kişiye koymaz mı?
sözün özü: safra olmayın ve kimseyi safralaştırmayın! yaşam yalan olduğu kadar gerçek de ve yalanını değil gerçeğini taçlandırın.
15 Kasım 2011 Salı
yapılmayacaklar
1- beklentiye girme! beklentilerinden uzaklaş ve rahatla.
2- parayı düşünme! o gelir ve gider. hiçbir şey sende kalmaz. sende kalan sadece içindeki huzurdur.
3- sinirlenme! insan olmak kusur işidir. nasıl ki senin kusurların varsa elbet başkalarının da olacaktır. hep gördün ki sinir geçicidir ve herşeyin çözümü vardır.
4- yargılama! yanılmıyor olabilirsin yargında ama yargılama! herşeye değişme şansı tanımış olursun... en başta kendine.
5- bağlanma! bağlanma düşüncesi seni aşağı çeker. istediğin yerde olmak kadar hafifletici bir duygu yoktur ve istediğin kadar kalmak...özgürlük, yalnızlık değildir. mutluluk gibidir, kendiyle çoğalır. kimse anlamaz ama özgürlüğün anlamını bulması için en az iki kişi gerekir.
2- parayı düşünme! o gelir ve gider. hiçbir şey sende kalmaz. sende kalan sadece içindeki huzurdur.
3- sinirlenme! insan olmak kusur işidir. nasıl ki senin kusurların varsa elbet başkalarının da olacaktır. hep gördün ki sinir geçicidir ve herşeyin çözümü vardır.
4- yargılama! yanılmıyor olabilirsin yargında ama yargılama! herşeye değişme şansı tanımış olursun... en başta kendine.
5- bağlanma! bağlanma düşüncesi seni aşağı çeker. istediğin yerde olmak kadar hafifletici bir duygu yoktur ve istediğin kadar kalmak...özgürlük, yalnızlık değildir. mutluluk gibidir, kendiyle çoğalır. kimse anlamaz ama özgürlüğün anlamını bulması için en az iki kişi gerekir.
16 Ekim 2011 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)